DİKTATÖR ANNE BABALARIN NEVROTİK ÇOCUKLARI

Diktatör Anne Babaların Nevrotik Çocukları
Uzm. Psik. Dan. Yasemin ŞENGÖR
Edebiyatımıza 20’li yaşlarından itibaren başarılı bir giriş yapan Şebnem İşigüzel’in Çöplük romanı, zengin karakterleri ve güçlü metaforlarının yanında, hissettirdiği itiraz diliyle de kayda değer bir eser. Aile ilişkilerine de indirgenen faşizme verilen tepki, romanı salt edebiyatta değil yaşamın içinde de bir duruşu olmayan kitaplardan ayırıyor. İşigüzel, Çöplük’ te profesör karakterinden güç alarak kişisel nedenlerle yazılmış ve hiçbir boşluğu doldurmayan, sığ eserlere yönelttiği tepkinin hakkını vererek, bu itirazın karşısına yazın dünyasında duruşu olan bir eser ortaya çıkartmayı başarmış. Böyle bir başarıyı da öncelikle, ülkemizin toplumsal gerçeklerinden beslenen bireyler olarak yarattığı kahramanlarını, toplumsal bakış açısını ve fikirlerini vurgulayan birer araç olarak kullanmasına borçlu. Ancak bunu yaparken yüceltilmiş tipler yaratmaktan kaçınmış olması da dikkate değer görülmelidir.
Sorunsal yan’ı, karakterleri üzerinden başarıyla işleyen Çöplük romanı iki ana bölüm olarak değerlendirilebilir. Birinci kısımda ana kahramanlarımız Leyla ve Yıldız’ın yaşamları ekseninde satranç müsabakaları ya da bir uçağın elit koltuklarından çöplüğe, sokaklardan yeraltına, ışıltılı salonlardan sokaklara uzanan çarpıcı olaylara tanık olurken, ikinci kısımda yazarın roman kahramanları ile yaptığı söyleşilerde zihnimizdeki boşlukları doldurmaya çalışırız. Roman bu yönüyle okurun önüne bir nevi puzzle bırakır. İlk bölümde tamamlayamadığımız yapbozun kayıp parçalarını söyleşilerde bulmaya çalışırız. Ancak bütün bir kitabı bitirdiğimizde yapmak istediğimiz şey; tüm puzzleyi bozup baştan başlamaktır.
Romana ivme kazandıran ve kanımca yaratıcılığını veren okurun zihninde yarattığı çatışmalardır. Çalışkan ve dikkatli okurlar isteyen Çöplük’te Leyla ve Yıldız’ın öyküleri açık ve net olarak hiçbir şekilde birleşmemektedir. Ancak öyle ipuçları alırız ki birbirinden çok farklı şekilde benzer acılar çeken iki kadının hayatlarının bir yerde birleşeceğinden emin oluruz. Bu kesişme noktasının izlerini sürerken, tam da yaklaştım dediğimiz yerde, tahminlerimiz çelişkiler yoluyla reddedilir. Leyla’nın yaşamında karşılaştığımız Fesat’ın Yıldız’ın annesi olduğuna yönelik inancımız, annenin öldüğüne dair satırlarla çelişir. Yıldız’ın kaçırdığı ve bir battaniyeye sararak sokağa bıraktığı çocuğun ayakkabılarıyla organlarının alınması için bir battaniyeye sarılmış halde yeraltı inine getirilen çocuğun ayakkabıları aynıdır. Yıldız’ın hayalet annesi ile yaşadığı hastalıklı ilişkiyi sürdürdüğü öyküsü ile Leyla’nın hayatını, ayakkabılarında ayıcık olan bir çocuğun kesiştirdiğini sanırız ancak yazarın sorduğu soru, bu konuda yanılıyor olabileceğimize işaret eder: ‘Çocuğun ayakkabılarının üzerindekiler gerçekten Michey miydi, yoksa çocukları eğlendirmesi için düşünülüp yaratılan başka bir kahraman ya da bir hayvan?’ Uzun yıllarını sokakta geçirip eve dönen Fesat’ın ‘evimin anahtarı’ diyerek boynunda taşıdığı anahtarın saldırganlar tarafından çalındığını biliriz. Fakat Fesat, çalınıp çalınıp yerinde yeniden türeyen bu anahtar sayesinde sokaklarda geçen hayatını bırakıp evine geri döner. Belki de yazar, bir taraftan satranç oynamak, bir yandan da bu oyuna okurunu dahil etmek istemektedir. Okurunu üst-anlatıcı yoluyla paramparça iki hayata tanık etmek yerine, ustaca kullandığı boşluklar yoluyla bizzat romanda bir aktör yapmaktadır. Belki de bu sebeple Leyla ve Yıldız’ın öyküleri bittiğinde bütüne ulaşmayı bekleyen okurun tüm tahminlerine son darbeyi vurur: Yıldız ve Leyla’ya ait olan iki hikayeyi birbirine bağlayan hiçbir şey yok. Okur olarak kafamızda oluşturduğumuz resme ne kadar güvenirsek güvenelim, iki öykünün asla birleşmeyeceğini söyleyen üst-anlatıcıya inanmak zorunda kalırız. Başarılı bir şekilde verilen ipuçları ve her seferinde bu delilleri yok etmeye çalışan tezatlıklar okuru ‘herkesin hayatı bir yerde birbirine benzer’ sonucuna ulaştırmak ister gibidir. Leylanın çöplüğü ile Yıldız’ın evinin birbirinden farklı olmadığını vurgulamak isteyen satırlar, bu fikri pekiştirmektedir.
Birisi çöplükte, diğeri evinde benzer bir hayatı yaşayan Yıldız ve Leyla’nın kesişmeye direnen öykülerinin ardından zihnimizdeki boşluklarla ‘Romanda Adı Geçen Kişilerle Görüşmeler’ bölümünde düğümün çözülmesini bekleriz. Ancak tam aksine düğüm bölümünde yeni çatışmalarla karşılaşırız. Roman boyunca tüm olayları bizlere aktaran ve zaman zaman varlığını hissettiren üst-anlatıcının –çözümde- bir diğer roman kahramanı olarak çatışmaya dahil edilmesi, sürpriz bir son olarak değerlendirilebilir. Bu yazar karakter, cinayet işlemiş olma ihtimali yüksek olan dedesini korumak, yıllardan sonra iletişime geçmek için çabaladığı ancak başarılı olamadığı teyzesine karşı vicdanını rahatlatmak için gerçek ve hayali karıştırıp dedesinin ve teyzesinin yaşamlarını yeni baştan yaratmış ve Çöplük romanını yazmıştır. Bunu öğrenmek aslında okur için şu anlama gelir; satırlar yoluyla tamamlamaya çalıştığımız puzzlenin parçaları birbirine o kadar benzer ki, emin adımlarla parçaları birleştirirken aslında ortaya çıkarttığımız resim, gerçeğinden çok farklıdır. Bu sebeple romanı okuyup bitirdiğimizde okur olarak hissettiğimizi, söyleşiler bölümünde karşılaştığımız kahraman Kıbrıslı Savcı özetler; bazen gördüğümüzü sanırız ama yanılırız.
Çöplük’te kayda değer bir diğer nokta da kahramanların öykülerinde hatırlanan karakterlerin rolünün oldukça güçlü olmasıdır. Ki romanda zaman atlamaları, başarısını en çok Garry Kasparov ve Eşref Şefik Karacan’a borçludur. Hatırlanan karakter olarak karşılaştığımız satranç devi Garry Kasparov, Leyla’nın hayat öyküsüne inandırıcılık katmanın yanında romanın en önemli malzemelerinden satrancı vurgulaması bakımından önemlidir. Sırası gelmişken şunu belirtmek isterim ki kanımca romana değer veren önemli bir nokta da İşigüzel’in hiçbir malzemeyi boşuna kullanmamış olmasıdır. Romanın önemli araçlarından satranç, bütün sporlar içinde raslantısal olarak seçilmiş, öylesine bir malzeme değildir. Şöyle de söylenebilir, Leyla’nın geçmiş hayatında üzerinde derin etkileri olan spor alanı, bir tenis kortu, bir voleybol sahası değil ancak ve ancak bir satranç tahtası olabilirdi. Çünkü satranç oyunu, romana yalnız ivme kazandırmakla kalmamakta, bizzat olaylar bir satranç tahtası üzerinde geçmektedir. Öyle ki zaman zaman kahramanların adeta bir satranç taşı olduğu izlenimine kapılırız. Fehmi, Çöplük komününde sıradan bir piyonken, kral olan Kama’nın kaybolmasını izleyen dönemde Leyla’ya karşı isyan çıkartıp, yönetimi ele geçirdiğinde adeta vezire terfi eder. Roman kahramanlarının olaylar karşısında çok çeşitli hareket seçenekleri vardır. Yapacakları her hamle onları bir başka olasılığa götürür. Kocasının öldüğünü sandığı bir anlık boşlukta Leyla, kalma, boyun eğme, isyan etme gibi çok çeşitli seçenekler içinde kaçıp ortadan kaybolmayı seçer. Seçiminden geriye dönmez, pişmanlık duymaz, hiçbir şey olmamış gibi devam etmez. Sokaklarda ona biçilen yeni bir hayata başlar, kaderini yeniden yazar. İşigüzel, çöplüğe düşmüş Leyla’nın geçmişte bıraktığı ve ışıklı salonlarda lüks içinde geçen hayatından daha mutlu olduğunu –okura şaşırtıcı gelecek şekilde- vurgularken aslında satranç oyunu ile çelişmek istemez. Onun karakterlerinde olası sonucu gördüğü halde, hamleyi geri almak yoktur. Kama karakterinde olduğu gibi kahramanlarımız eve dönüp, hayatına bıraktığı yerden yeniden başlamayı da seçer belki ama bu da pişmanlık kaynaklı bir davranış değil, başlı başına bir başka hamledir. Tıpkı satrançta olduğu gibi.
Daha derin bakacak olursak Çöplük romanında ilk dikkatimizi çeken metafor yaratmadaki başarısıdır. Çöplük; içinde iktidar, güç, yöneten, yönetilen, isyan gibi alışık olduğumuz bir çok kavramı barındıran gerçek dünyanın minyatürü gibidir. Hayatını Kemerburgaz-Hasdal Çöplüğünde tenekeden yapılma evlerde; çöplerle ya da martı leşleriyle karın doyurarak geçiren insanların bile bir kralı vardır. Kral Kama, hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolduktan sonra Fehmi, kraliçe Leyla’ya karşı ayaklanarak bu yönetimi devralır. Yönetilenler yani çöplük tebaası, eski bir cerrah olan Kama’nın tanıdığı bir doktor tarafından kanuna aykırı olarak kobay olarak kullanılır. Kama tarafından kendilerine bilmedikleri ilaçlar içirilip, nabızları, ateşleri ölçülen, kanları ve idrarları şehre götürülen, bir takım cihazlarla yatağa çivilenen çöplük tebaasının bu duruma karşı koymamasını sıradan bir okur yadırgamayacaktır. Çünkü kendilerini günden güne uyuşturan ilaçlara asla karşı koymayan dolayısıyla düşünmeyen, yargılamayan, sorgulamayan bir yönetilenler sınıfı, ona yabancı gelmez. Okurken kafa yormayı, düşünmeyi ve irdelemeyi seven bir okur ise çöplük halkının kendini bir kobay olarak kullandırması karşısında dehşete kapılır. Çünkü bu metafor yoluyla gördüğü aslında içinde bulunduğu toplumun aynadaki yansımasıdır: saçma sapan dizilerle, anlamsız tartışmalarla, her gün bir yenisine sarıldığımız içi boş sığ sloganlarla, dayatmalarla günden güne zehirlenen, uyuşturulan, uyutulan kobay bir toplumun Çöplük tebaasından farkı yoktur. Direnmeden, sorgulamadan, itiraz etmeden kral Kama’ya itaat eden çöplük tebaası, olumsuz içe alma temas biçimini tehlikeli bir şekilde kullanan insanların özelliklerini yansıtır: onlar, sorgulamadan kurallara uyar, kendilerini ifade etmeye çalışmaz, karşı çıkmaz, açıklama istemez, yaşamlarını gereksinimleri doğrultusunda yönlendiremezler.
Ağırlıklı olarak iktidar kavramının işlendiği çöplükte yaşayan kahramanlar, karşımıza bir karakter olarak çıkar. İşigüzel, toplumsal yaşamı daha çok karakterler üzerinden yansıtmaya çalışırken, toplum hayatına yönelik tepkilerini tiplerle vermeye çalışır. Bu noktada nihilist bir tip olarak Jivago önemli bir kahramandır. Babası 1939’da Hitler’in doğun gününü kutlayan Türk heyete uşaklık yapmış olan Jivago, organ kaçakçısıdır. Jivago’nun organ terörünün temelinde devlete yönelik bir tepki vardır. Kendisine kurban olarak boyun eğenleri, itaat edenleri, -tıpkı kendisi gibi- hayattan izole olmuş gibi yaşayanları seçmektedir. Bunun sonucunda yansıtma temas biçimini tehlikeli bir şekilde kullanmakta ve adamları tarafından yeraltı inine getirilenlerin bir böbreklerini alarak onları yaralı bırakmaktadır. Böylece kendine yönelik hırsı, masum insanlardan çıkartmakta ve aslında temelde devlete karşı öfkesini kusmaktadır.
İşigüzel, çöplükte ya da yeraltı ininde gerçek dünyanın bir yansıması olarak karşımıza çıkan iktidar kavramını aile içi ilişkilere de indirger. Bunu baskın olarak Yıldız karakterinde görürüz. Küçük yaşlardan itibaren anne diktasına girmiş olan bu kahraman, yaptığı en ufak hatanın bedelini, ceza köşesinde saatlerce tek ayak üzerinde durarak ödemektedir. Annesinden görmek istediği sevgi ihtiyacının karşılanamamasına yönelik yaşantıları onu, ailesinden göremediği sevgi ve ilginin karşılığı olarak sokaklarda yaşamayı seçen Leyla’ ya yaklaştırır. Leyla ve Yıldız’ın aile içi sevgi arayışları Gerçeklik Terapisi’nin sevgi ihtiyacını anımsatır. Yıldız’da sevgi açlığı ve anne otoritesi çok daha güçlü işlenmekte ve Yıldız, daha baskın nevrotik karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki annenin yokluğunda dahi hayalet bir anne yoluyla ceza köşesinde cezasını çeken, annesinin şefe olan nefreti sebebiyle tüm hayatını ünlü şef Eşref Şefik Karacan’ın biyografisini yazmaya adayan Yıldız, annesi ile adeta Gestalt Terapi ’nin önemli kavramlarından olan bitişik ilişki yaşamaktadır. Mutlu olduğu evliliğini dahi bitirme noktasına getiren bu hastalıklı ilişki, onun birey olmasını ve kendini gerçekleştirmesini engellemektedir. Aile otoritesi, anne-baba diktasını Eşref Şefik Karacan, Leyla karakterlerinde de işleyen İşigüzel, bu noktada Yıldız’ı uç bir kahraman olarak karşımıza çıkartır.
Romanda baskın karakterler aile içi şiddet gören, aile içinde sevilmeyen ve bir nevi ihmal edilen bireyler olarak anlatılmakta kahramanlarımızın baskın kişilik özelliklerinin temeli çocukluk yaşantılarında atılmaktadır. Aile yapıları sorunlu ve ebeveyn diktatörlüğü altında büyüyen kahramanlarımız, yetişkin yaşamlarında sağlıklı insan ilişkileri geliştirememektedir. Hatta Eşref Şefik Karacan’ ın küçük sebeplerle yediği baba dayağı, babasını kaybettiği dönemde evlatlık verildiği Bay Thomas’ın karşılayamadığı sevgi ihtiyacı, onu yetişkin yaşamında tam bir diktatöre dönüştürmüştür. Annesinin isteği ile aslında çok iyi anlaştığı eşinden ayrılan Yıldız’ın yaşamında çok nadir ziyaretlerine gelen çocukluk arkadaşı ve hayalet annesi dışında kimse yoktur.
Çöplük romanında Leyla, Yıldız, Horoz, Fesat, Jivago gibi kahramanlar, akılda kalıcılıklarını aslında gerçek dünyayı şekil olarak reddedip fonda bırakmalarına borçludur. Bu durum, Leyla’nın dünya kendi dışında dönsün, zaman geçsin, insanlık ve tarih kendisini unutsun isteğinde özetlenebilir. Kahramanlarımız, gerçek dünyayı bir nevi reddedip çöplükte, yeraltı ininde ya da ışıltılı salonlarında yalnız kendilerinin anladığı bir dünya yaratırlar. Aslında toplumsal bir varlık olarak her zaman bu lükse sahibiz. Ve bunun için ille de ışıltılı salonları bırakıp sokakta yaşamaya başlamaya, izimizi kaybettirmeye, çöplükte yaşamaya gerek yok. Gerçek yaşamı, hayatın gerçeklerini, toplumsal buhranlarımızı, içinde bulunduğumuz çağın geleceğimize dair işaret ettiklerini fonda bırakıp; popüler kültürün her türlü malzemesi ile kendimize yeni bir şekil yaratabiliriz. Aslında bir çoğumuzun yaptığı da bu. Sonuç şöyle bir kapıya çıkıyor; düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen bir nesil oluyoruz. Bu sebeple de tepkilerimiz, yaşadığımız son olaylarda da gördüğümüz gibi yönetilenlerden yönetenlere kadar ‘aktörleri konuşma’nın ötesine geçmiyor. Olayları anlamaya çalışmak yerine kişileri konuşuyoruz. Ve yapılanları, kendimize karşı sayıp, kendimizi bir aktör olarak görmeye başlıyoruz. Sonra bir bakıyoruz görevi nizamı sağlamak, olanları anlayıp etkili çözüm yollarını tartışmaya açmak olanlar, kendisini de bir aktör olarak gördüğü olaylar zincirinde fiziki ya da sözel şiddet yoluyla çözüme gitmeye çalışıyor. Ve biz, sorunlarımızı şiddet yoluyla çözemeyeceğimizi acı tecrübelerle öğrenmiş bir toplum değil miyiz?
Şebnem İşigüzel Çöplük romanı üzerine Yasemin Şengör tarafından yazılan bu inceleme yazısı, Deliler Teknesi Sanat Edebiyat Dergisi ‘nin Temmuz-Ağustos 2013 tarihli 40. Sayısında yayımlanmıştır.